HİSTOLOJİ:
KAN
HİSTOLOJİSİ
Necdet
Ersöz
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Genel Bilgiler
Kan, insanda çeşitli
damarlar içerisinde dolaşan, kendine özgü bir akıcılığı olan, sıvı plazma ve
yoğun kan hücrelerini içeren ve dokuları oksijen ve besinle destekleyen
heterojen yaşam sıvısıdır. Kalbin ritmik pompa mosyonuyla perifere dağılır.
Yetişkin dolaşım sisteminde ortalama 5L kan bulunmaktadır. Kan plazması
dışında, kanda “formed elements” olarak adlandırılan eritrosit, lökosit ve platelet hücreleri de bulunur.
Kan, anormal bir koşulda dolaşım sistemini
terk ettiğinde, ekstrasellüler matrikse
(ECM) gelir ve plazma proteinleri bir pıhtı oluşturmak üzere birleşir.
kandaki proteinler çökünce kalan sarımsı sıvıya serum adı verilir. Serum içeriği, klinikte oldukça önemlidir.
Serum, çeşitli büyüme faktörleri ve kan pıhtılaşmasında etkin rol oynayan trombositlerin (platelet) oluşturduğu
bazı proteinleri içerir. Bu özelliği nedeniyle serum ve plazma arasında
proteinler bakımından farklılıklar meydana gelir.
Normal koşullarda,
damar dışına çıkan kan pıhtılaşma eğilimi gösterir. Bu hem hücredışı matriks
hem de diğer ortamlar için geçerlidir. Damardan kanı aldığımızda,
pıhtılaşmaması için içerisine bazı özel antikoagülanlar
(heparin gibi) enjekte ederiz. Bu durumda, pıhtılaşmamış kanın içeriğini, santrifüj işlemi vasıtasıyla
birbirinden ayırabiliriz. Santrifüj işlemi sonrasında, bu işlemin süresi, hızı
ve gücü gibi değişkenlere göre kanın heterojenik özelliğini ortaya çıkarırız.
Santrifüjle elde edilen sedimente materyal (çökelti) eritrositlerdir ve bu hücreler
çoğunlukla yetişkin bir insanın kan hacminin yaklaşık %45’ini (erkeklerde
%42-52, kadınlarda %36-46) oluşturur. Bu orana hematokrit ya da eritrosit
hacim fraksiyonu adı verilir. Bu oran, klinikte oldukça önem arz eder;
çünkü bazı hastalıklara göre oldukça değişkenlik gösterebilmektedir. Hematokritin
elde edilebilmesi için öncelikle kan santrifüj makinesine konur. Bu işlem
sonrasında ağır kan hücreleri dibe çökerken hafif plazma üste çıkar. Bu iki
katmanın sınır değeri, hematokriti belirler. Hematokrit değeri, hemogram cihazıyla da bulunabilir.
Plazma, santrifüjden
geçirilmiş kanda kan hücrelerinin çökmesiyle geriye kalan yaklaşık %55lik
sarımsı, yarı saydam, biraz viskoz sıvıdır. Yukarıda bahsettiğimiz hematokrit
değeri okunurken plazma-tortu arasında beliren o sınır çizgiye de buffy-coat adı verilir. Bu tabaka
çoğunlukla çok küçük bir oranı içerir (%1) ve diğer kan hücrelerini (lökosit ve
trombosit) barındırır.
Kan santrifüjünden sonra kan, plazma ve “formed elements” yapılarına ayrılır. Plazma kanın sıvı kısmını meydana getirirken diğer tortu kısım da çoğunlukla kan hücrelerinden oluşur. En dipte ağır kırmızı kan hücreleri (eritrosit) bulunurken buffy-coat tabakasında diğer kan hücreleri bulunur. Eritrosit hacminin, kan hacmine oranı hematokrit değerini verir.
Kan; oksijen,
karbondioksit, çeşitli metabolik atıklar, hormonlar, tuzlar ve mineralleri
taşıyan önemli bir sıvıdır. Oksijen (O2) büyük oranda eritrositlerde
hemoglobin yapısına bağlanır ve
arterlerde, venlere nazaran çok daha yüksek miktarlarda bulunur. Karbondioksit
(CO2) de hemoglobin içerisinde taşınmakla beraber, solüsyonda CO2
veya HCO3- formunda da taşınabilir. Kanda taşınan
besleyiciler de sentez bölgelerinden ya da bağırsak absorbsiyon bölgesinden
dağıtılır; hücrelerden toplanan metabolik artıklar da kan ve ekstretör organlar
aracılığıyla vücuttan uzaklaştırılır. Kandaki hormon dağılımı organlar arasında
kimyasal haberleşmesi sağlar ve ilgili organın fonksiyonunun gerçekleşmesine
yardımcı olur. Kan, ayrıca vücudun ısı dağılımını, pH’ı ve osmotik dengesini
düzenlemede de oldukça etkilidir; bu noktalardan yaşamsaldır.
Beyaz kan hücreleri
olan lökositlerin değişik görevleri bulunur. En başta bu hücreler, vücudun
savunma sisteminin baş aktörleridir. Genel olarak sağlık hâlinde kan içerisinde
inaktif olarak dolaşan bu hücreler, bir enflamasyon ya da enfeksiyon bölgesine
geldiklerinde kan damarları duvarlarını geçerek hareketlilik, aktiflik kazanır;
sağlıksız dokuya ulaşarak defansif görev üstlenir.
Plazma
Kompozisyonu
Plazma, tipik bir akuöz solüsyondur ve normal koşullarda pH’ı 7.4’tür. İçeriğindeki substanslar,
hacminin yaklaşık %7’sini meydana getirir. İçinde çözünmüş olarak bulunan
moleküllerin büyük bir kısmını plazma proteinleri oluşturur. Bununla beraber
bazı besleyiciler, respiratuvar gazlar (O2, CO2),
nitrojenöz atıklar, hormonlar ve inorganik mineral ya da tuzlar, değişen
oranlarda plazmada bulunabilir. Plazmanın iyonik komponentleri, onun elektrolitik özelliğini sağlar. Kapiler
duvarlarda plazmanın düşük moleküler kütleli içeriği ile dokunun dokulararası
sıvını bir denge hâlindedir. Plazma kompozisyonu sıklıkla ekstrasellüler sıvı
kompozisyonunun ortalama değerinin bir indikatörü olarak kullanılır.
Plazmadaki bazı önemli
proteinler aşağıda açıklandığı gibidir:
Albumin:
Plazmada en sık rastlanan
proteindir. Karaciğerde sentezlenir
ve en önemli görevi, kanın osmotik
dengesini sağlamaktır.
Alfa
ve Beta Globulin: Molekül ağırlıkları yüksektir, albümine
göre büyüktür. Karaciğerde ve bazı diğer hücrelerde (immün sistem) sentezlenir.
Gama
Globulin: Pek çok vücut bölgesinde plazma hücreleri
tarafından sentezlenen immünoglobulinlerdir (antikor). Globulinler sayıca albüminlerden
azdır.
Fibrinojen:
En büyük plazma proteinidir (340 kD). Karaciğerde yapılır. Pıhtılaşma sırasında
fibrin lifleri olarak polimerize olarak çökelir. Serum ve plazma arasındaki farklı büyük ölçüde fibrinojen molekülleri
oluşturur. Serumun kan pıhtılaşmasıyla elde edilmesi ve dolayısıyla plazma
içindeki fibrinojenin çökmesi nedeniyle, başarılı elde edilmiş bir serumda
fibrinojen bulunmaz. Plazmada, serumdan farklı olarak pıhtılaşma faktörleri
bulunur.
Tamamlayıcı
Proteinler: Enflamasyon esnasında
mikroorganizmaları yok etmekte fonksiyonu olan bazı proteinlerdir.
Kan plazması ve hücreleri
Kan damarlarına göre kandaki oksijen basıncı. Oksijen basıncı arterlerde ve akciğer kapilerlerinde en yüksektir. Doku kapilerleri ve venlere doğru ilerledikçe kanın oksijen miktarı azalır. Doku kapilerlerinde oksijen-karbondioksit değişimi gerçekleşir.
Kan
Hücreleri
Kan hücreleri,
histolojik olarak mikroskop lamı üzerine damlatılan bir miktar kanın, lam
üzerine ince bir tabaka hâlinde yayılmasıyla incelenir. Kan hücreleri lam
üzerine yayıldıktan sonra kolay ayırt edilebilir hâle gelir. Kan, çeşitli
yapıların daha rahat görülmesi amacıyla hematoksilen
eozin veya metilen mavisi ile
boyanabilir. Ayrıca çeşitli proteinleri ve proteoglikanları inceleyebilmek için
azur adı verilen bazı boyalar da
kullanılabilir. Azurofilik granüller, konnektif dokudaki mast hücrelerinde olduğu
gibi boyanmış lökositlerde metakromazi
üretebilir. Metakromazi, boyanan boyanın dışındaki bir renge boyanma durumudur.
Giemsa ve Wright gibi bazı özel boyamalar da mevcuttur.
Eritrositler
(Kırmızı Kan Hücreleri)
Eritrositler (RBCs),
son derece özelleşmiş birer kırmızı kan hücreleridir. Ergin dönemde
organellerini kaybeder ve oksijen taşımak üzere yüksek miktarda hemoglobin
içerir. Bu hücreler, kan damarları dışına çıkmadan işlevini devam ettiren tek
kan hücreleridir.
Kan plazması içeriği ve işlevleri
Kan örneği hazırlama işlemi
1. Bir mikropipet aracılığıyla parmaktan bir damla kan örneği alınır.
2. Alınan kandan mikroskop lamına damlatılır.
3a. İkinci bir cam kullanılarak kan damlasının cam üzerine ince bir tabaka hâline gelmesi sağlanır.
3b. Kanın kurumasından sonra arzu edilen işleme uygun boya ile kan boyanır.
4. Mikroskop altından bakıldığında kan hücreleri incelenebilir.
İnsanda bulunan
eritrositler izotonik ortamda bikonkav diskler şeklinde bulunur. Yaklaşık
olarak 7.5 mikrometre çapında ve 2.6 mikrometre kalınlığındadır. Bu kalınlık,
merkez kısma geldiğimizde yaklaşık 0.75 mikrometreye kadar düşer.
Eritrositlerin bu spesifik şekli, diğer pek çok hücre yapısının belirlenmesinde
de yardımcı olmuştur.
Eritrositlerin bu
bikonkav şeklinin bazı evrimsel avantajları vardır. Öncelikle bu özel şekil
sayesinde eritrositlerin yüzey alanı
artarak çevresiyle olan gaz alışverişi kolaylaşmıştır. Eritrositlerin
kandaki ortalama miktarları kadınlarda milimetre küpte 3.9 – 5.5 milyon, erkeklerde 4.1
– 6.0 milyon arasındadır. Eritrositler, kanda dinamik olarak seyrettikleri
için, bazı fiziksel baskılara ve şekil değişikliklerine maruz kalabilir; bu
nedenle oldukça esnektir. Laboratuvar araştırmaları, kapiler bifurkasyon
alanlarında yetişkin eritrositlerinin içindeki hemoglobinin fincanımsı bir
şekle büründüğünü göstermektedir. Büyük kan damarlarında ise eritrositler
sıklıkla birbirine yapışık durumdadır ve zincir şeklinde bir küme şeklinde
gezer. Bu özel yığına rouleaux
denir. Rouleaux formasyonu, bazı proteinlerin (fibrinojen ve globülin) sıvıda artmasına paralel olarak da gözlenebilir. Bu zincirin sedimente olması, dağınık
duruma göre daha kolaydır.
Eritrositlerin
plazmalemması yaklaşık %40 oranında
lipid, %10 oranında karbonhidrat ve %50 kadar protein içerir. Bu proteinler
içerisinde band 3 protein ve glikoforin A gibi bazı anyon proteinler
ve iyon kanalları önemlidir. Bazı proteinlerin glikozillenmiş ekstrasellüler
alanları antijenik bölgeler
barındırır. Bu antijenik bölgeler, ABO
kan grubu sisteminin belirlenmesinde öneme sahiptir. Birkaç periferik
proteinler eritrosit membranının iç kısmıyla ilintilidir, bunlara örnek olarak spektrin ve ankyrin verilebilir. Bu submembranöz yapılar, membran stabilitesini
sağlar, hücreye şeklini verir ve eritrositlerin kapilerler gibi dar alanlardan
geçerken karşılaşacakları bazı fiziksel problemlere karşı hücreye esneklik
katar.
Eritrosit sitoplazması insanlarda
olgun durumda organellerini kaybetmiştir; ancak yoğun bir biçimde
hemoglobinlenmiştir. Hemoglobin, tetramer yapıda oksijen taşımak için özelleşmiş
proteinlerden oluşmuştur. Hemoglobin O2 ya da CO2 ile
bağlandığında, oksihemoglobin ya da karbaminohemoglobin yapıları oluşur. Ancak buradaki bağlanma, kimyasal bir bağlanma
değildir, yalnızca bir oksijenlenme ya da karbondioksitlenmedir ve geri
dönüşümlüdür. Buradaki dönüşümlü gaz alışverişi, hemoglobinin gaz transfer
kapasitesini ortaya koyar. Ancak bu durumun aksine, hemoglobinin karbonmonoksit gazıyla (CO) bağlanması,
büyük oranda geri dönüşümsüz olmakta; bu yüzden eritrositlerin yaşamsal solunum
gazlarını taşıma kapasitesi azalmaktadır. Bu durum insan için ölümcül olabilir.
İnsanda normal eritrositler. a. Renkli SEM mikrografisi b. Hemoglobinin özel şekli ve uzunlukları. Bu spesifik şekil, hemoglobinlerin yüzey ile olan irtibatını güçlendirip yüzey alanını artırarak gaz alışverişini maksimuma çıkaran bir evrimsel avantajdır. c. Rouleaux oluşumu
Eritrosit
farklılaşması, başta nükleus olmak üzere eritrositin temel organellerini
kaybetmesi ve protein sentez yeteneği kaybetmesiyle karakterizedir. Bu süreç,
eritrositlerin kemik iliğinden sirkülasyona salınmasından hemen önce
gerçekleşir. Mitokondrilerini de kaybeden eritrositler, enerji
gereksinimlerinin azlığı nedeniyle solunum için sadece anaerobik glikoliz gerçekleştirir. Nükleusları da olmadığı için
protein sentezi ve yenilenmesi işlemlerini gerçekleştiremez.
İnsanda eritrositler
normal koşullarda yaklaşık 120 gün dolaşımda kalır. Bu süreç zarfında hasar
gören eritrositler tespit edilerek kan sirkülasyonundan makrofajlar, karaciğer
ve kemik iliği yardımıyla temizlenerek kan yenilenir.
Tıbbî
Perspektif: Anemi ve Eritrositoz
Anemi, kanda normal
düzeyden az eritrosit bulunması
durumudur. Eritrositler kanda yeterli miktarda bulunmadığında dokular basitçe
yeterli oksijeni kandan alamaz. Anemi semptomları arasında letarji, nefes
darlığı ve kısalığı, kronik yorgunluk, deride solgunluk, renk değişimi ve kalp
çarpıntısı örnek olarak verilebilir. Anemi, yetersiz eritrosit sentezinin bir sonucudur; bu duruma da demir eksikliği ve kan kaybı gibi durumlar neden olabilir. Eritrositlerin kanda
anormal derecelerde artması durumu da eritrositoz
veya polisitemi olarak bilinir. Bu
durum, organizmanın bulunduğu şartlara karşı geliştirdiği bir fizyolojik
adaptasyon da olabilir. Örneğin kişi oksijen oranının azaldığı yüksek rakımlı
bölgelerde yaşıyorsa, vücudu buna yanıt olarak eritrosit seviyesini
yükseltebilir. Ancak bu artış patolojik de olabilir. Örneğin primer eritrositoz
olarak bilinen polistemia rubra vera’da
(Vaquez hastalığı) kanda toplam eritrosit sayısında patolojik bir artış söz
konusudur. Kanda eritrosit artışı sonucunda kan viskozitesi artar ve bu durum kan
dolaşımında problemler meydana getirebilir.
Tıbbî
Perspektif: Orak-Hücre Anemisi
Hemoglobin
molekülündeki bazı kalıtımsal değişiklikler, patolojik sonuçlar doğurabilir. Bunlara
bir örnek de orak hücreli anemidir. Sıklıkla gen dizisinde bir nükleotiddeki nokta
mutasyon sonucunda meydana gelen değişiklik, hemoglobin beta molekülünde
bozulmaya yol açar. Sadece bir nükleotidde meydana gelen bu mutasyonun sonucu
çok kötüdür. HbS adı verilen mutant
hemoglobin, oksijen taşıma noktasında fonksiyonunu kaybetmiştir ve
eritrositlerin orak şekilli, keskin yapılar hâline gelmesinin nedenidir. Özgün
ve fonksiyonel yapısını kaybeden eritrosit, kan dolaşımı esnasında pek çok
sorunla karşılaşır. En başta bu hücreler, elastikiyetlerini ve
dayanıklılıklarını kaybetmiştir. Yaşam süreleri de kısalan bu hücreler,
organizmada bir anemi geliştirir. Ayrıca kan vizkositesini artırarak sahip
oldukları işlevsiz yapı nedeniyle kan damarlarına da zarar verir. Damarları
tıkayan, oksijen transportunu engelleyen ve hücreler, neticede hastayı anoksi durumunda bırakır ve yeterince
beslenemeyen dokular da işlevlerini kaybetmeye başlar.
Orak-hücreli anemide fonksiyonu bozulmuş bir eritrosit.
Lökositler
(Beyaz Kan Hücreleri)
Lökositler (WBCs),
normal hâlde inaktif olup alarm durumunda kan sirkülasyonunu aşarak hedef dokulara
ulaşan ve burada fonksiyonellik kazanarak immün işlev gören hücrelerdir.
Lökositler, sitoplazmik granüllerinin tipi ve nükleer morfolojilerine göre
başlıca granülositler ve agranülositler olarak iki grupta
incelenir. Her iki grup da kan plazması içerisinde yüzerken sferik (küresel) olup kan damarlarını
aştıktan sonra hedef dokuya giderken ameboid
bir görünüm kazanır.
Granülositler,
temel olarak iki önemli sitoplazmik granüle sahiptir. Bunlar, kanda azurofilik granüller olarak bilinen lizozomlar ve birtakım spesifik
işlevler gerçekleştiren spesifik
granüllerdir. Granülositler polimorfik
nükleuslara (çoğunlukla birbirinden ayrı iki ya da daha fazla çekirdek şeklinde)
sahiptir ve nötrofil, eozinofil ve bazofilleri barındırır. Tüm granülosit tipleri oldukça farklılaşmış
hücrelerdir ve yaşam süreleri sadece birkaç günden ibarettir. Golgi
kompleksleri ve granüllü (rough) endoplazmik retikulumları fazla gelişmemiştir.
Yetersiz sayıda mitokondrileri vardır ve solunumları büyük oranda glikolize
bağlıdır. Enerji gereksinimleri düşüktür. Granülositler konnektif dokuda
apoptozisle yok olurlar. Örneğin yetişkin bir insanda, sadece bir günde
milyarlarca nötrofil apoptozisle ölebilir. Bu süreç sırasında biriken hücresel
atıklar, diğer apoptotik mekanizmalar sonucunda da görüldüğü gibi makrofajlar
tarafından temizlenir.
Agranülositler
kendilerine özgü granüller taşımayan lökositlerdir; fakat azurofilik granülleri
(lizozom) barındırırlar. “Azure A” boyasıyla boyanırlar. Küresel ya da zigzag
şekilli bir çekirdeğe sahiptirler; ancak çekirdekli lobüle değildir.
Agranülositleri lenfositler ve monositler oluşturur.
Tüm lökositler, vücuda
giren mikroorganizmalara karşı savaşan, yaralanan dokuyu iyileştiren
fonksiyonlara sahiptir. Bir yangı ya da enfeksiyon sırasında ilgili bölgeye
çeşitli immün hücreler tarafından salgılanan sitokinler, postkapiller venüllerin endotel hücrelerindeki
intersellüler bağlantıları gevşeterek immün dirence katkıda bulunur. Bu sırada P-selectin adı verilen bir hücre
adezyon molekülü bu hücrelerin Weibel-Palade
cisimciği ekzositozu ile lümen
yüzeyinde görünür duruma gelir. Nötrofil ve diğer lökositler P-selectin
proteini için glikozillenmiş ligandlar barındırır. Bu durum, hücrelerin
venüllerden geçerken yavaşlamasına neden olur. Diğer sitokinler de diğer
lökositleri, bazı adezyon molekülleri açığa çıkarmak ve endotel adezyonu
sağlamak için stimüle eder. Bu süreç, diapedesis
(diyapedez) olarak bilinir. Lökositler endotel hücreleri arasındaki açıklıklara
uzantılarını gönderir ve venüllerden çevredeki doku boşluklarına göç eder.
Böylece yangı veya enfeksiyon bölgesine ulaşır. Nötrofillerin, söz gelimi bir
bakteriye bağlanması işlemi, kemotaksi
adı verilen bir kimyasal yönelim hareketidir. Kemotaksi vasıtasıyla sorunlu
bölgede kısa sürede çok sayıda lökosit fonksiyon gerçekleştirir.
Lökosit tipleri
Lökositlerin damarlardan yangı bölgesine doğru çıkışı
Kanda bulunan lökosit
sayısı yaşa, cinsiyete ve fizyolojik koşullara göre değişkenlik gösterir.
Sağlıklı bir yetişkinin kanının milimetre küpünde yaklaşık olarak 4500 ile 11000 arasında lökosit bulunmaktadır. Şimdi bu lökositleri biraz
daha ayrıntılı inceleyelim.
Nötrofiller
(Polimorfonükleer Lökositler)
Olgun nötrofiller kan
dolaşımındaki lökositlerin yaklaşık %54-62’sini oluşturur. Olgunlaşmamış
nötrofiller bu oranı %3-5 arasında artırabilir. Herhangi bir boyayla özel bir
şekilde boyanmadıkları için nötrofil ismini almışlardır. Nötrofiller, yaklaşık
12-15 mikrometre çapındadır ve ikiden beşe kadar lobu olan çekirdeği vardır.
Kadınlarda inaktif X kromozomu nüklear lobların birinde bazen bir uzantı olarak
bulunabilir. Nötrofiller kan dolaşımı içindeyken inaktif ve küresel biçimlidir.
Ancak damar dışına çıkarken diapedez esnasında ameboid şekil kazanır ve
işlevsel hâle geçerler. Bazı küçük partikülleri ve bakterileri fagosite
ederler. Bu özelliğinden ötürü makrofajlarla karıştırılmamak için sıklıkla mikrofaj olarak isimlendirildikleri de
olur. Nötrofiller, enfeksiyon bölgesine genellikle ilk ulaşan lökosit tipidir.
Nötrofilin sitoplazmik
granülleri hücrenin fonksiyonelliğin sağlar. Bu granüller iki başlık altında
toplanabilir. Bunlar azurofilik primer
granüller ve spesifik sekonder
granüllerdir. Azurofilik primer granüler, mikroorganizmaların yutulması ve
öldürülmesi sürecinde rol oynar. Çeşitli proteazlar ve antibakteriyel
proteinler içerir. Bunlardan bazıları; bakteriler için toksik olan myeloperoksidaz, bakteri hücre duvarını
degrede eden lizozom ve bakteri
membranını hasara uğratan defensin
proteinleridir.
TEM altında insan nötrofil ultrayapısı. S. Spesifik granüller. A. Azurofilik granüller. N. Nükleus. G. Golgi apareyi
Tıbbî
Perspektif: Nötrofil Defektleri
Genetik orijinli bazı
nötrofil defektlerinde venül duvarına adhezyon yeteneğinde düşüş, spesifik
granüllerin yokluğu ve azurofilik granüllerin eksikliği gibi problemler ortaya
çıkabilir. Bu tip sorunlara sahip bireyler bakteriyel hastalıklarla daha sık
karşılaşmaktadır.
Tıbbî
Perspektif: Fagozomlar ve Fagositoz
Nötrofiller, bazı
bakterileri psödopodlar oluşturarak yutma ve onları bir vakuolde yok etme eğilimindedir.
Bu fagositoz sürecinde meydana gelen
ve bakterinin etrafını saran keseye fagozom
denir. Fagozom oluşumundan sonra spesifik granüller içeriklerini fagozoma
boşaltır ve fagozom proton pompasıyla asidik özellik kazanır. Ardından
azurofilik granüller bazı enzimleri bu keseye boşaltır ve bakterilerin
sindirimi sağlanır.
Fagositoz esnasında O2
tüketimi, bazı süperoksit anyonlarının (O2-) ve hidrojen
peroksidin (H2O2) oluşumuna yol açar. Bu moleküller, hücre
sağlığı için tehlikeli olsa da bakterileri yok etmede çok etkili araçlardır..
Örneğin süperoksit anyonu oldukça reaktif serbest bir radikaldir ve mikropları
öldürmede kullanılır. Belirli bir bakterinin hücre duvarındaki peptidoglikanları
bozan lizozomlarının aktivitesine ek olarak, lektoferrin proteini demire
bağlanır ve bu durum, bakterinin beslenme mekanizmasını bozarak bakterinin
ölümünü sağlar. Tüm bu süreçler, bakterinin vücuttan temizlenmesinde rol oynar.
Apoptotik nötrofillerin, bakterilerin, yarı sindirilmiş materyallerin ve doku
sıvının oluşturduğu vizköz sarımsı sıvıya pus
adı verilir.
Bazı herediter nötrofil
bozukluklarından biri de, nötrofil motilitesini kısıtlayan aktin polimerasyon
problemidir. Ayrıca NADPH oksidaz yetersizliğiyle birlikte hidrojen peroksit ve
hipoklorit üretiminde başarısızlık da nötrofil başarısını azaltmaktadır.
Nötrofil çeşitleri a. Nötrofiller multilobüllü nükleusları sayesinde ayırt edilebilmektedir. Bu özellikten ötürü nötrofiller sıklıkla polimorfonükleer lökositler olarak isimlendirilir (PMNs). Bu hücrelerin nükleer şekilleri duruma göre değişkenlik gösterebilir b. Nötrofil çapları 12-15 mikrometre arasında değişir c. Mikrografiyle elde edilen görüntülerde kadınlarda X kromozomu bir çıkıntı olarak görülebilir.
Eozinofiller
Lökositlerin yaklaşık
%1-3 kadarlık bir miktarını oluşturur. Nötrofillerle hemen hemen aynı
ebatlarda; ancak iki loblu çekirdeğe sahiptir. Yapısında bulunan asidofilik
spesifik granüller nedeniyle asidofiller
olarak da bilinir. Eozin (pembe) boyasıyla boyandığı için eozinofil ismini
almıştır.
Ultra yapısal olarak
eozinofilik spesifik granüller yassı kristalloid özlü oval yapılar olarak
görünür. Bu yapılar, majör basic protein
(MBP) olarak bilinen arjininden zengin faktörleri içerir ve granülün
asitliğine katkı yapar. Total granül proteinlerinin yaklaşık yarısı bu
proteinlerdir. MPSler diğer farklı enzim ve proteinlerle birlikte parazitik
kurt ve helmintleri öldürür. Eozinofiller ayrıca kemokin, sitokin ve bazı lipid
yapıları salgılayarak inflamatuvar cevapları modüle eder. Helmint
enfeksiyonlarında eozinofillerin kandaki sayısı artış gösterir. Bu hücreler ek
olarak fagositoz yoluyla dokulararası sıvıdan antijen-antikor komplekslerini
temizler. Eozinofiller özellikle bağırsak konnektif dokusunda ve kronik
enflamasyon bölgelerinde yaygın olarak görev yapar. Astım hastalarında akciğer
dokularında da eozinofillere sık rastlanır.
Eozinofiller a. Eozinofil (E), nötrofil (N) ve küçük lenfosit (L) görülüyor b. Eozinofillerin iki nükleer lobu bu örnekte görünür hâlde c. Eozinofil örneğinde spesifik eozinofilik granüller (EG), mitokondriler (M) ve iki loblu nükleus (N) görülüyor.
Tıbbî
Perspektif: Eozinofili
Kanda eozinofil
sayısının artması, bazı alerjik reaksiyonlar ve helmint enfeksiyonlarında
görülür. Bu koşullar altındaki hastalarda eozinofiller bronş epitellerinde, gastrointestinal
yolda, uterus ve vajinada bol bulunur. Ek olarak, enflamasyonu lökotrien ve histamin salgısını inaktive ederek modüle eden maddeler de
salgılar. Kortikosteroidler (adrenal kortex hormonları) kan eozinofillerinin
sayısını hızlıca düşürür.
Bazofiller
Bazofiller yaklaşık olarak
12-15 mikrometre boyutunda olup kan lökositlerinin yaklaşık %1’ini meydana getirir.
Bu özelliği nedeniyle bazofilleri normal kanda ayırt edebilmek zorlaşmaktadır. Bazofil
nükleusu iki düzensiz loba ayrılmıştır; ancak büyük spesifik granüller çekirdek
loplarının üzerini kapattığı için çekirdek şekilleri net olarak ayırt
edilememektedir.
Spesifik granüller (0.5
mikrometre çaplı) tipik olarak pembe-mor renge boyanır ve diğer granülositlerin
granüllerine göre daha büyük, düzensiz şekilli ve sayıca azdır. Bazofilik
spesifik granüller ayrıca fazla miktarda histamin ve diğer pek çok enflamasyon
modülatörü içerir. Bu modülatörlere örnek olarak platelet activating factor, eosinophil
chemotactic factor ve enzyme phospholipase
A verilebilir. Phospholipase A, lökotrien adı verilen bir proenflamatuvar
faktörün başlangıç adımını katalizlemektedir.
Bazofiller, mast
hücrelerinin fonksiyonunu desteklemek için konnektif dokuya göç eder. Hem
bazofiller hem mast hücreleri heparin
ve histamin içeren metakromatik
granüllere sahiptir. Ayrıca yüzey immünoglobulin
E (IgE) reseptörlerine de sahiptir.
Bazofiller a-c. Bazofiller genellikle nötrofil ve eozinofillerle benzer büyüklüklere sahiptir; fakat büyük bazofilik spesifik granüller içerir. Bu nedenden ötürü bazofil nükleusunu ayırt etmek zorlaşır. Buna rağmen bazofillerin iki büyük düzensiz çekirdek lobuna sahip olduğu bilinmektedir d. TEM görüntüsünde iki loplu nükleus (N) ve elektrondan yoğun bazofilik spesifik granüller (B) görünüyor.
Tıbbî
Perspektif: Bazofillerle İlgili Bazı Tıbbî Durumlar
Bazı bireylerde kısa
süreli bir güçlü alerjene maruz kalma durumu sonrasında (örneğin bir arı
sokması) şiddetli bir immün yanıt gelişebilir. Bu durumda bazofiller ve mast
hücreleri hızlıca degranüle hâle geçer, pek çok organda vasodilatasyon
gerçekleşir ve kan basıncında ani düşüş meydana gelir. Ölümcül bir tabloya bürünen
bu sürece anaflaksi ya da anafilaktik şok adı verilir.
Bazofiller ve mast
hücreleri tip 1 hipersensitivite
merkezidir. Tip 1 hipersensitiviteye (aşırı duyarlılık) sahip bireylerde
normalde popülasyonların genelinde alerjen olmayan bazı durumlar, alerji sebebi
olabilir. Bunlara örnek olarak alerjik
astım, alerjik gastroenterit, arı kovanı alerjisi (hives), polen alerjisi (rinit), ürtiker ve konjonktivit verilebilir.
Lenfositler
Lenfositler, küresel
çekirdeğe sahip bir lökosit ailesidir. Tipik olarak kanda bol bulunan en küçük
lökosit üyeleridir. Lenfositler morfolojik olarak benzer olmalarına rağmen,
fonksiyonel açıdan (fizyolojik özellik) bazı farklı yüzey moleküller içerir ve
bu durum, işlevlerinin farklı olmasına neden olur. Bunlara CD “cluster of differentiation” markers denir. Bu yüzey reseptörleri, immünositokimya veya flow sitometride (akış
sitometrisi) antikor kullanılarak ayırt edilebilir. Yapılan sınıflandırmada
B lenfositleri, sitotoksik T lenfositleri (CD4+ ve CD8+) doğal
katil hücreleri (NK) tanımlanmıştır.
Bunlar ve diğer lenfosit çeşitleri mikroorganizmalara ve diğer potansiyel
tehditlere karşı geliştiren immün defansta farklı rol oynar.
Nispeten küçük boyutlu lenfositler
genellikle sferik (küresel) nükleusla karakterizedir; ancak yüksek oranda kromatin
ve yetersiz sitoplazması ile granülositlerden ayırt edilir. Büyük lenfositler
büyük nükleus ve yoğun sitoplazma (yoğun bazofilik, az azurofilik) içerir.
Lenfositler, spesifik fonksiyonlara göre farklı yaşam sürelerine sahiptir.
Bazıları sadece birkaç gün yaşarken diğerleri kan dolaşımında veya çeşitli vücut
dokularında yıllarca dolaşabilir.
Lenfositler a. Yanlarındaki eritrositlerden bir miktar daha büyük olan küçük boyutlu lenfositlerin sitoplazma içeriğinin de nükleusun yanında oldukça az kaldığını görüyoruz b. Orta boyutlu lenfositlerin eritrositlerden belirgin vaziyette büyük olduğu görülmektedir c. Büyük lenfositler, eritrositlerden oldukça büyüktür d. Orta boyutlu lenfosidin mikroskop görüntüsünde belirgin olarak ökromatik nükleus görülmektedir (N). Ayrıca nükleus çevresinde nispeten az miktarda sitoplazma içeriği ve bunun içindeki mitokondriler (M) belirgindir.
Tıbbî
Perspektif: Lenfoma
Lenfositler, pek çok
hastalıkta büyük bir öneme sahiptir. Lenfoma, lenfositlerin neoplastik (tümörsel)
çoğalımını içeren bir dizi hastalıktır. Bu durum, apoptotik yolların bozulması
sonucunda da görülebilir. Yavaş gelişmelerin rağmen tüm lenfomalar maligndir;
çünkü geçtikleri yollar nedeniyle tüm vücuda kolaylıkla yayılıp gittikleri
dokuda hasarlar meydana getirebilir.
Monositler
Monositler,
makrofajların sentezindeki öncü hücreler olan agranülosit tipi lökositlerdir. Ayrıca
osteoklastlar ve sinir sistemindeki mikroglialar da monositlerden köken alır.
Tüm bu hücreler, mononükleer fagositik
sistemi oluşturur. Tüm monosit orijinli hücreler antigen-presenting, yani antijenleri tanıyan ve yakalayan
hücrelerdir. Antijen sunumu, immün
sistemin çok önemli, hayatî bir fonksiyonudur. Bu işlem sayesinde vücut,
zararlı yapılanmayı tanımlayabilmektedir. Bu süreçte majör histokompatibilite kompleks adı verilen proteinlerin (MHC) önemli görevleri vardır. Kanda
dolaşan monositler yaklaşık 12-15 mikrometre çapındadır; ancak makrofajlar
bundan daha büyük olabilir. Monosit nükleusu büyük ve genellikle C
şekillidir. Lenfositlere göre kromatin miktarı daha düşüktür ve büyük
lenfositlere göre monositler daha açık renklerle boyanır.
Monosit sitoplazması
bazofiliktir ve azurofilik granül adı verilen pek çok küçük lizozom içerir.
Hatta bunlardan bazıları ışık mikroskobuyla dahi ayırt edilemeyebilir. Bu
granüller sitoplazma dağılmış durumdadır ve boyanmış örnekte grimsi-mavimsi bir
renktedir. Ayrıca mitokondri, granüllü ER ve Golgi aparatları ve mevcuttur.
Monositler a-d. C şekilli monosit nükleusları görünüyor e. Monosit sitoplazmasında Golgi aparatı (G), mitokondri (M) ve azurofilik granüller (lizozomlar) (A) görünüyor. Ayrıca serbest ribozomlar da (R) mevcut.
Tıbbî
Perspektif: Enflamasyon ve Monositler
Enflamasyonun erkek
evrelerinde doku hasarının akabinde ilgili bölgede bir monosit akümülasyonu
görülür. Akut enflamasyon genellikle kısa ömürlü (birkaç saat ya da birkaç gün)
ve hızlı seyreden enflamasyonlar olup yangı alanında hâkim hücreler genellikle
nötrofil ve makrofajlardır. Kronik enflamasyonda ise daha uzun süreli (3-4
hafta) gerçekleşir ve çoğunlukla monositlerin sürekli tavsiyesini gereksinir.
Ayrıca lenfositler ve fibroblastlar da kronik yangı bölgesinde belirgindir.
Trombositler
(Plateletler)
Platelet hücreleri ya
da kan pulcukları, oldukça küçük, nükleus barındırmayan ve gerçek bir hücre sayılmayan, hücre
fragmanlarıdır. Çapları 2-4 mikrometre arasında değişir. Plateletler, magakaryositlerin sitoplazmik
proseslerinin ayrılmasıyla oluşur. Bu hücreler, kan pıhtılaşmasını (koagülasyon) sağlar ve küçük kan damarlarının
duvarlarının yenilenmesine yardımcı olur. Böylelikle kan kaybını önler. Normal
bir kanın milimetre küpünde 150000-400000 arasında platelet bulunur. Kan
dolaşımına katılan plateletlerin yaşam süresi yaklaşık 10 gündür. Kan örneği
alıp incelediğimizde, plateletleri sıklıkla yığınlar hâlinde görürüz. Her bir
platelet genellikle disk biçimindedir, periferinde açık renkli boyanan kısımlar
barından hyalomer bölgesini ve
nispeten daha koyu boyanan santral granülomer
bölgesini içerir. Glikokalix tabaka içeren platelet plazmalemması kan
pıhtılaşması sürecinde adhezyona uğrar ve plateletler birbirine ve kanama
bölgesine tutunur. Yapılan mikroskobik çalışmalar, plateletlerin şeklinin
korunmasına yardımcı bazı mikrotübül
ve mikrofilament yapıların varlığına
işaret etmektedir. Hyalomer bölgesinde de membran kanallarında iki tip sistem
vardır. Bunlardan veziküllerin açık
kanalikular sistemi plazma membranının invajinasyonlarıyla bağlantılıdır ve
bu durum platelet-plazma arasında faktör alımını sağlar. Yoğun tübüler sistem içeren çok daha az belirgin düzensiz tübüler
veziküller endoplazmik retikulumdan orijin alır ve Ca2+ iyonu
depolar. Birlikte bu iki membranöz sistem plateletlerden yoğun ve hızlı bir
biçimde protein ekzositozunu sağlar (degranülasyon). Spesifik granüllerin
yanında santral granülomer bölgesi seyrek mitokondri ve glikojen partikülleri
içerir. Elektrondan yoğun delta
granülleri (250-300 nm çapında) ADP, ATP ve serotonin içerir, bunları
plazmadan alır. Alfa granülleri daha
büyüktür (300-500 nm çapında) ve platelet-derived
growth factor (PDGF) içerir. Platele boyanmasında gözümüze çarpan granüller
çoğunlukla alfa granüllerdir. Plateletlerin kan pıhtılaşması ve kanamadaki
rolü, kısaca aşağıda özetlenmiştir:
Primer
agregasyon: Mikrovasküler endotelde meydana gelen yaygın
bir hasar sonucunda platelet glikokaliksi ile kollajen adezyonu görülür;
böylece platelet plağı (agregasyonu)
meydana gelir. Bu adezyon, pıhtılaşma ve kanamanın önlenmesinin ilk adımıdır.
Sekonder
agregasyon: Plaktaki plateletler spesifik adheziv
glikoprotein ve ADP salgılar. Bu özellik, daha çok plateleti bölgeye çekerek
plağı büyütür.
Kan
koagülasyonu: Platelet agregasyonu sırasında
plazmadaki fibrinojen, von Willebrand faktörü, platelet 4 faktörü
ve hasarlı endotelden salgılanan diğer
proteinler ile bir dizi işlemden geçerek suda çözünmeyen fibrin liflerini meydana getirir. Fibrin
lifleri, üç boyutlu bir tutacak bölgesi oluşturarak bölgeye daha fazla
plateleti ve eritrositi çeker. Oluşan yoğun yapıya kan pıhtısı veya trombüs
adı verilir. Platelet 4 faktörü, monositler, nötrofiller ve fibroblastlar için
bir kemokindir ve fibroblast proliferasyonu PDGF tarafından stimüle edilir.
Pıhtı
rektaksiyonu: Pıhtılaşan kan bir müddet sonra plateletler
içerisindeki aktin ve myozinler nedeniyle büzülme eğilimi
gösterir. Glanzman hastalığı gibi
bazı hematolojik hastalıklarda retraksiyon mekanizması bozuktur.
Pıhtının
kaybolması: Hasarlanan doku yenilendikten sonra,
pıhtının artık işlevi kalmamıştır. Pıhtı büyük oranda plasmin adındaki bir proteolitik enzimle çözülür. Plasminojen aktivatörleri de bu süreçte
etkilidir.
a. Kan örneğinde okla gösterilen plateletler çoğunlukla agrege (yığın, küme) hâlde bulunur. Plateletin çevresinde açık renkli boyanmış hyalomer bölgesi ve merkezdeki yoğun boyanmış granülomer bölgesi görünmektedir b. Platelet kenarlarında marjinal bundle (MB) adı verilen bir mikrotübül/aktin filament sistemi bulunur. Bu mikroiskelet elemanları plateletin şeklinin sağlanmasında yardımcıdır. İnvajine membran veziküllerinin açık kanalikular sistemi (OCS) plazmalemma ile devamlıdır ve degranülasyonu sağlar. Merkez granülomer delta granüller, alfa granüller ve glikojen (G) içerir.
Pıhtılaşma a. SEM’de platelet agregasyonları (P), fibrin ağ örgüsü (F) ve bu ağa takılmış olan eritrositler (E) görülmektedir b. TEM’de platelet plağının kollajenle adezyon yapması (C), degranülasyon alanları (oklarla işaretlenmiş), yakın endotel hücre prosesleri (EP) ve eritrositler (E) görülmektedir.
Plateletler,
günümüzde
birtakım medikal teknolojik uygulamalarda tedavi amaçlı kullanılabilmektedir.
Bu konuyla ilgili bilgi için lütfen PRP yazımı inceleyiniz.
Tıbbî Perspektif: Aspirin
Aspirin
ve diğer nonsteroid antienflamatuvar ajanlar platelet fonksiyonu üzerinde bir inhibitör etki yaratırlar; bu nedenle kan pıhtılaşmasını bozarlar. Çünkü platelet
agregasyonunda gerekli olan lokal prostaglandin
sentezini ve ekzositozu bloke
ederler.
Kanama bozuklukları,
kan pıhtılaşmasının gecikmesiyle belirir. Glikoprotein
Ib eksikliği adındaki otozomal resesif bir hastalık doğrudan platelet
defektiyle ilgilidir.
Yazı
Sonu Önemli Spot Bilgiler (Kısa Özet)
·
Kan dolaşımındaki kanın sıvı porsiyonun
adı plazmadır. Kandaki hücreler formed elements olarak adlandırılır.
Kan pıhtılaşması sonrasında içinde pıhtılaşma faktörleri bulundurmayan
(fibrinojen) sıvıya serum denir.
·
Plazmanın önemli protein komponentleri
arasında albümin, globülin ailesi ve fibrinojen sayılır. Hepsi karaciğerde
sentezlenir.
·
Eritrositler, kan örneğinde hematokriti oluşturur. Oksijen taşımak
için özelleşmiş hemoglobini
barındırır.
·
Lökositler, granülositler ve agranülositler
olarak başlıca iki grupta incelenir.
·
Tüm lökositler, kan dolaşımında inaktif
iken damar dışına çıkıp tehlike bölgesine ulaşırken aktiflik kazanır. Şekilleri
küreselden ameboide döner.
Lökositlerin damar dışına çıkmasına diapedez
denir.
·
Tüm granülositler azurofilik granüller ve spesifik
granüller taşır.
·
Nötrofiller, kanda en çok bulunan
lökositlerdir. Polimorfonükleerdir.
·
Eozinofiller iki loplu çekirdeğe
sahiptir ve helmint reaksiyonlarında
sayıları artar.
·
Bazofiller kan dolaşımında en nadir
rastlanan lökositledir. Mast hücrelerine benzer. Histamin, heparin, kemokin ve hidrolaz taşır.
·
Lenfositler T ve B tiplerine sahip
agranülosit lökositlerdir.
·
Monositler büyük agranülosit
lökositlerdir ve mononükleer fagositik
sistemin öncüleridir.
·
Plateletler gerçek birer hücre değildir.
Magokaryositlerin hücre fragmanıdır.
Hazırlayan:
Necdet Ersöz (Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi)
Referans Kaynak:
Anthony
L. Mescher, Junqueira’s
Basic Histology Text & Atlas, 13th Edition, McGraw-Hill Education, 2013
Soru, görüş, eleştiri ve önerilerinizi lütfen bildiriniz.
Çok teşekkürler, çok makbule geçti :)
YanıtlaSil